Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve Pakistan Başbakanı Şehbaz Şerif, iki ülke arasında stratejik karşılıklı savunma anlaşması imzaladı.
Körfez’in önemli ülkelerinden, petrol zengini Suudi Arabistan ile nükleer güç Pakistan arasında imzalanan anlaşma, Körfez ve Güney Asya güvenlik mimarisinde yeni bir eşiği işaret ediyor. İki ülkenin ilan ettiği anlaşmada metin açık:
“Taraflardan herhangi birine yönelik saldırı, her iki tarafa yapılmış sayılacaktır.”
Bu anlaşma, 9 Eylül’de katil İsrail’in Doha’da Hamas siyasi kadrosunu hedef alan ve altı kişinin ölümüne yol açan saldırısının ardından geldi. Saldırının, Kızıldeniz üzerinde uçan jetlerden fırlatılan balistik füzelerle gerçekleştirildiği ve bölgedeki ABD güdümlü hava savunmalarını by-pass ettiği bilgisi, Körfez’de “Amerikan şemsiyesi” tartışmasını harladı.
Riyad-İslamabad hattının paktla resmileşen “ortak caydırıcılığı”, sadece iki başkentin risk algısını değil, onlarca yıllık ortaklıklarının görünmez yönlerini yeniden gündeme taşıyor.
Barbar İsrail’in Katar’ın başkenti Doha’daki saldırısı, “arabulucu başkent” dokunulmazlığını kırdı ve Körfez’de “ABD’nin caydırıcılık kredisi”ni açıkça sorgulattı. ABD’li yetkililerin operasyonda Kızıldeniz üzerinden fırlatılan füzelerin kullanıldığına dair değerlendirmeleri, hava savunma sistemi Patriot benzeri sistemlerin bu tür saldırılara karşı sınırlı etkinliğine yapılan vurgu ve Katar’daki geniş Amerikan varlığına rağmen saldırının engellenememiş olması, bu sorgulamanın tartışmaya dönmesine neden oldu.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, ABD’nin de desteğiyle, Doha’daki saldırıları kınayan bir açıklama yayımladı. Diplomatik metin katil İsrail’i adlandırmaktan kaçındı ama “Katar’ın egemenliği ve arabuluculuk çabalarına” atıf yaptı.
Ancak Arap basınında ve analizlerde hakim ton, “Körfez başkentlerinin güvenliğinin artık otomatik bir ABD taahhüdü sayılmaması” yönünde oldu. Pek çok uzman Doha darbesinin “ABD güvenilirliğinde kırılma” algısını pekiştirdiğini savundu. Katar merkezli yayınlar da saldırıyı bölgesel istikrar ve arabuluculuk süreçlerine “ağır darbe” olarak niteledi.
İşte bu atmosfer, Riyad-İslamabad paktını sadece ikili bir mutabakat olmaktan çıkarıp, Körfez’in “kendi başının çaresine bakma” refleksinin sembolüne dönüştürdü.
Suudi Arabistan ile Pakistan’ın güvenlik alanındaki işbirliği yeni değil. 1980’lerden beri Riyad’da Pakistanlı birlikler eğitim ve danışmanlık rolleriyle görev yapıyor. Hatta 2018’de Pakistan’dan Suudi Arabistan’a ek birlik de sevk edilmişti.
İki ülke, 2000’li yıllardan başlayarak bugünlere kadar uzanan Al-Samsam serisi dahil saha tatbikatlarını derinleştirirken, 2017’de Pakistan’ın eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Raheel Şerif, Suudi Arabistan’da önemli bir göreve atanmıştı. Bu bile kendi başına iki ülke arasında var olan savunma ve güvenlik ekosistemini özetlemeye yetiyor.
Öte yandan anlaşmanın ilanıyla birlikte zihinler bir kez daha nükleer boyuta kaydı. ABD merkezli Washington Institute yıllardır Riyad-İslamabad hattında “nükleer gölgelik” spekülasyonlarının, finansal destek ve teknoloji erişimi iddialarıyla beslendiğine işaret ediyor ancak Pakistan tarafı geçmişte bu ithamları hep reddetti.
Bugün ise, durum biraz farklı. Bir Suudi yetkili Reuters’a anlaşmanın “tüm askeri araçları kapsayan kapsamlı savunma anlaşması” olduğunu söyleyerek nükleer imalara kapı aralamadan caydırıcılık mesajını verdi. Aynı haberde, Riyad’ın Hindistan’la ilişkileri “her zamankinden daha sağlam” tutma niyetine işaret edilmesi, anlaşmanın Yeni Delhi’ye rağmen “denge” arayışıyla tasarlandığını düşündürüyor. Diğer taraftan bu stratejik yerleşik bağın ekonomik damarları da oldukça güçlü. Suudi kredileri ve enerji akışı, özellikle Pakistan’ın kırılgan döviz rezervleri için emniyet supabı işlevi görüyor.
Anlaşma metninin dili, caydırıcılığı kurumsallaştırma iddiası üzerine kurulu. Ortak açıklamada “anlaşmanın savunma iş birliğini geliştirmeyi ve her türlü saldırıya karşı ortak caydırıcılığı güçlendirmeyi amaçladığı” vurgulanıyor.
Kilit cümle ise kısa ve net: “Herhangi bir saldırı her iki ülkeye yapılmış sayılır.”
Riyad cephesinden bir üst düzey yetkili, iki ülke arasında imzalanan anlaşmanın “belirli bir ülkeye ya da olaya yanıt değil, yıllara yayılan derin iş birliğinin kurumsallaştırılması” olduğunu dile getirdi. Ancak zamanlamanın Doha sonrası olması bölgesel okumanın önünü açıyor. Pakistan tarafının resmi metnindeki “bölgesel ve küresel barışa katkı” vurgusu ise, caydırıcılık mesajının üçüncü ülkelere (İran, İsrail) ve rakiplerine (Hindistan) aynı anda verilmek istendiğini gösteriyor.
Uzmanlara göre ise anlaşma iki katmanlı bir mesaj içeriyor. İlki, “ABD şemsiyesinin” deformasyona uğradığı algısına verilen pratik yanıt: Körfez, Washington’la çalışmaya devam etse de, tek sütuna yaslanmayan bir güvenlik mimarisini örmeye başlıyor.
İkincisi de Doha saldırısıyla zedelenen arabuluculuk zemini: İsrail’in “nerede olursa olsun vururuz” söylemiyle uyumlu operasyonu, hem Katar’ın statüsünü hem de Körfez güvenlik tahayyülünü sarstı. Esasen bir nükleer güçle yapılan bu anlaşma, bu psikolojik şoka “ortak kader” yanıtını veriyor.
Son kertede, Riyad-İslamabad anlaşması, bir “tek cümlelik taahhüt” olmaktan daha fazlası. Doha sonrası oluşan güvenlik boşluğunda, Körfez’in kendi caydırıcılığını takviye etme iradesinin hukuki zırhı. Bu zırhın pratikte nasıl kullanılacağı, ortak harekat planlamasından füze savunma katmanlarının entegrasyonuna, istihbarat paylaşım protokollerinden deniz güvenliğine kadar, önümüzdeki aylarda netleşecek. Şimdilik kesin olan, Riyad’ın resmi söyleminin keskinliği. Suudi yetkili, paktı “tüm askeri araçları kapsayan” bir mutabakat diye tarif ediyor. Tüm metni özetleyen cümle ise şöyle; Herhangi bir saldırı her iki ülkeye yapılmış sayılır.